Uzun süredir yaşamımda gerçekleştirmeye çalıştığım dönüşüm, nihayet giriş aşamasına erişti. Hem de ne aşama… Vize alabilmek için verdiğim mücadeleyi bilenler bilir. Boşta bulunmamdan dolayı aldığım reddi de… Tüm bunlar geride kaldı. Şimdi “Londra’dan yazıyorum” diyebilecek noktadayım. Lakin seyahatim ve ilk günümde başıma gelenler unutulacak cinsten değil. Ben de daha kalıcı olmaları için olaylar sıcakken yazmak istedim. Aynı gün içinde ancak bu kadar üzüntü ve sevinç bir arada yaşanabilir. Topu topu 5-6 saatin içerisine böyle büyük gerginlikler ve ardından yaşanan mutluluklar nasıl sığabilir? Sığıyormuş, bunlar da yaşanılabiliyormuş. Ben bugün bunu gördüm.
Uzatmadan mevzua girelim. Sabah saatlerinde Sabiha Gökçen Havalimanı’na yetişebilmek adına verdiğim mücadele ile başladı gün. Evden ayrılabilmem planladığım saatten geç oldu. Süratli bir otoyol sürüşünün ardından İstanbul’da uğramak zorunda olduğum bir yere girdim. Trafik malum. Oradan ayrılıp Çevreyolu’na çıkana kadar soğuk terlerimle 35 derecelik sıcağı pek de hissedemedim. Zoraki sürati sürdürüp öngördüğüm saatte havalimanına ulaştım. Easyjet’in uzuuun check-in sırasında bekledikten sonra “Aman bagajlarım kotanın üzerine çıkar mı”, “Uygun uçak bileti almanın faturasını bagaj farkı ile öder miyim” kaygım kısa sürede son buldu. Boarding kartımı alarak ilk safhayı sonlandırdım. Yurtdışı çıkış harcımı da ödedikten sonra pasaport kontrol noktalarına yöneldim. Görevli memur gerekli kontrolleri yaptıktan sonra çıkış mührünü vurdu ve uluslararası bölgeye geçebildim.
Sürecin başlangıcında yaşadığım sıkıntıların yarattığı paranoya peşimi bırakmıyordu. Her şey yolunda gitmesine rağmen üzerimde anlamlandıramadığım bir gerginlik vardı. Free Shop ziyaretini de tamamladıktan sonra çıkış kapısına yaklaşıp beklemeye başladım. Easyjet’in kendine has uygulamalarından biri de yolcuların check-in giriş sırasına göre uçağa alınması ve halk otobüsü mantığı ile erken gelenin uçakta istediği yere oturabilmesiydi. El bagajımın büyüklüğü ve ağırlığı beni geri sıralara düşürmüştü. Uçakta gayet sıkıcı bir yere oturmak zorunda kaldım. Koridordaydım ve hemen yanımda üç buçuk saat boyunca susmak bilmeden ağlayacak iki çocuk vardı. Daha kapılar kapanmadan beni bir sıkıntıdır aldı gitti. 40 dakikalık rötar da üzerine tuz biber oldu. Kapıları kapanmış, apronda bekleyen bir uçak, benim için o anda kapalı cezaevine dönüşüverdi. Sonunda havalandık. Yanımda Türkçe bir şey götürmek istememiştim. Ne bir kitap ne de bir gazete… Üç buçuk saatlik uçuş, ilk dakikalarından itibaren elem vermeye başladı. Ağlayan çocuklar da cabasıydı. Easyjet’in uygun bilet fiyatlarının! farkını çıkardığı ücretli yemek servisi başladığında karnımın zil çaldığının farkına vardım. Ön ve arka sıradan iki yönlü başlayan servis benim bulunduğum orta bölüme gelene kadar silindi, süpürüldü. Açlığımı giderecek hiçbir şey kalmamıştı. Ufak bir cips ile yetinmek zorunda kaldım ama tansiyonumun düştüğünü hissedecek kadar açtım.
Sonunda iple çektiğim iniş vakti yaklaştı. Uçak alçalmaya başladı ve sarsıntılı biçimde piste iniş yaptık. Saate baktığımda Türkiye’de havanın kararmış olması gerektiğini düşündüm. Londra’da henüz güneş batma safhasına erişmemişti. Vakit kaybetmeden pasaport kontrol noktasına geldim. Bir yandan da arkadaşım Ergin’le telefon irtibatını sağlayıp kontrol noktasındaki muhtemel sorular ve yanıtları hakkında ön bilgi almaya çalışıyordum. O anlattıkça kafam allak bullak oldu. Sıra bana gelmek üzereyken kendi kendime düşündüm. “Zaten İngilizce fukarasıyım, şimdi sınır kontrol polisinin soracağı sorulara da düzgün cümlelerle yanıt veremeyeceğim. Ya bu macera başlamadan biterse?” İçinde bulunduğum durum acı vermeye başladı. Karnım aç, uzun süredir sigara içmemişim, elimde büyük bir valiz taşımaya çalışıyor ve sınır kontrol polisinin sorduğu sorulara düzgün cümlelerle yanıt veremeyeceğimden eminim. Daha ne olsun… Peki bir insan böyle bir durumda ne dileyebilir? Benim aklımdan geçen şu oldu: “Yahu pasaport polisi Türkçe bilse ne güzel olur”. Kendi kendime hayal kuruyorum işte… Durum böyleyken sıra çattı bana geldi. Bankonun önüne geçtim ve pasaportumu polise uzattım. İlk gelen soruyu anlayamadım bile… “Sorry. I don’t understand” demeye kalmadan, polis benle Türkçe konuşmaya başladı. O anda başka bir şey isteseydim olur muydu acaba? Devreye giren şey şans mıydı? Telepati miydi? Çözemedim ama sınır kontrol polisinin Türkçe sorularına detaylı ve bilgilendirici yanıtları hızlıca verdim. Vizeden aldığım red, burada da karşıma çıktı. Yaptığım hatanın faturasını yaklaşık 30 dakika bekleyerek bir kez daha ödedim. Red alma sebebim incelendikten sonra pasaportuma giriş mührü basıldı ve artık resmen İngiltere’deydim. Bagajlarımı alıp çıkışa yöneldim. Yorgunluk, şaşkınlık ve bilumum karmaşık duygularımla kapıda beni bekleyen Ergin’le kucaklaştım. Beş ay boyunca yaşanan sıkıntılar, yerini o anda çok da anlamlandıramadığım bir rahatlığa bıraktı. Önce sigara içmek istedim. Ardından da yemek yemek… Tabi o arada Londra’ya gideceğimiz otobüsü kaçırmıştık. Temel ihtiyaçları gidermenin ardından bir sonraki otobüsü beklemeye koyulduk.
Ergin’in başlattığı enformasyon bombardımanı o anda yarım çalışan aklımı iyice karıştırdı. Otobüs ile Londra’ya ulaşırken bir yandan Ergin’i dinledim bir yandan da Londra’daki ters yaşamı izledim. Trafiğin tersten aktığı bu ülkeye alışmak için belli bir zamana ihtiyacım olacaktı. Ankara’da Esenboğa’nın kente uzak olmasında şikayetçi oluruz. Burada havalimanından kente ulaşmamız yaklaşık 80 dakika sürdü. Yorgunluğun ve şaşkınlığın getirdiği dalgınlık ile Victoria’da otobüsten indik. Bagajları alıp toplu taşıma durağına yöneldik. Bu sefer bizi Ergin’in evine götürecek otobüsteydik. Tam birkaç durak ilerlemiştik ki dizüstü bilgisayarımı havalimanından geldiğimiz otobüste unuttuğumuzu fark ettim. Apar topar otobüsten indik. Yolun karşına geçip aksi yönde giden otobüse oradan da doğru Victoria’ya… Elimize valizlerle havalimanı otobüslerinin hareket ettiği durağa geri geldik. Bizim koşarak yaklaştığımız anda bilgisayarı unuttuğumuz otobüs kapılarını kapattı ve hareket etti. Ergin çevik bir hamleyle otobüsün kapısına dayandı ve durmasını sağladı. Şoföre derdimizi anlattık ve içinde okul evraklarımın da bulunduğu bilgisayarı geri aldık. İlk günden bu kadarı fazlaydı ama başa gelen çekilecekti. Tekrar Victoria’ya geri döndük ve eve ulaşmak üzere otobüse bindik. Central Park’ın çevresinden dolanan otobüs Oxford Street’ten geçti. Bu cadde alışveriş çılgınları için bir cennet olmalıydı. Caddenin başına ulaştığımızda okulumu da gördüm. Kısa bir Londra turunun ardından eve ulaştık. Saat bir hayli ilerlemiş, Ahmet de bize katılmıştı. Valizleri bırakıp kendimizi Türklerin hakimiyetindeki Hackney’e attık. Trafiğin tersten akmasının dışında burada farklı bir terslik vardı. Cadde üzerindeki işletmelerin tabelalarının büyük bölümü Türkçe’ydi. Kendimi İstanbul’da gibi hissettim. Gecenin bir vakti yediğimiz döner, Türkiye’dekileri aratmayacak cinstendi. Kebapçının ardından girdiğimiz market de Türkler tarafından işletiliyordu.
Londra’daki ilk günümde İngilizce kullanmamı gerektiren bir durum olmadı. Tabi benim İngilizce olayını çözmem gerekiyor. Buraya alıştıktan sonra bunun icabına bakacağım. Uzun sürem olsa da verimli geçirebilmek adına yeni bir düzen kurmam gerekiyor. Bakalım gelecekte neler olacak.
3 yorum:
Erdemcim senin bu izlenimlerini bile İngilizce yazman gerekir. Neyse çıkan sorunu da halledip ayak bastığına göre senin adına sevindim. İyi değerlendir oradaki zamanını. Öpüyorum... Bir isteğin vs olursa buralardayız..
Canım, zor da olsa İngiltere'desin artık. Biraz eziyetli ama bi o kadar da heyecanlı olmuş ilk günün. Nasılsa senin bünye ortamlara kolay adapte olabilen bi özelliğe sahip olduğu için büyük skıntı yaşamadan hemen ayak uydurusun oralara. Bu arada metnin içindeki alışveriş kısmı gözümden kaçmış değil. Alllaaahhhıımmm neler vardır ordaaaaa....Canım bizi habersiz bırakma. Çok öpüyorum.
Kardeşim be senin işte tam curcuna oldu ama olsun sonunda hallettin ya bu işi helal olsun sana aslanım bilmeni isterim şimdiden özledim ben seni;)
Yorum Gönder