İstanbul bir kenara ayrıldığında Türkiye’de tüketmekle bitirilemeyecek kent yok gibi… En fazla birkaç ayda Ankara da biter, İzmir de Antalya da… Zaten diğer kentleri bu sıralamaya pek de dahil etmeye gerek yok. Lakin dünyada tüketmekle bitirilemeyecek kentler de varmış. Belki de dünyanın başka taraflarında benzer kentlerden yüzlercesi duruyor ya da dünya döndükçe yaşıyor. Fakat gidip de görmedikçe biz bunlardan bihaber yaşamımızı sürdürüyoruz. İşte tüketmekle bitirilemeyecek kentlerden biri de Londra.
Yaşamak için 24 saatin yetersiz kaldığı bu kentte oldukça yeniyim. Önümde uzun bir zaman dilimi var. Burada şimdilik 15 ay geçirme hakkına sahibim. Ankara gibi donuk bir kentten Londra’ya gelince yaşadığım kültür şoku gerçekten ağır geldi. Önceki deneyimlerimden pay çıkararak daha kolay adapte olacağımı düşünüyordum fakat farklı ırklardan milyonlarca insanın bir arada yaşadığı bu kente adaptasyon hakikaten kolay değilmiş. Can dostumun karar almadan, vizeye; karşılamadan, konaklamaya kadar her zaman yanımda olmasına rağmen adaptasyon süreci sancılı geçiyor. Sıkıntılı mıyım? Hayır kesinlikle değilim. Sorunum mu var? En ufak bir sorunum yok ama kendimi eksik hissediyorum. Bu kent için “tamam olmak” gerçekten zor bir mesele. Geldiğimden günden itibaren halledilmesi gereken rutin işlemlerle uğraştım. Kurallara bağlı işleyen bu toplum yapısında bu gibi işlemleri boş vermek ya da geciktirmenin bedeli var. Bu bedele katlanmak istemiyorsanız bürokratik işlemlerinizi zamanında yaptıracaksınız. İlk başlarda sıkıcı gelse de bu düzene alışanlar için gayet rutin işlemler… Sonra burada trafik tersten akıyor. Türkiye’de karşıdan karşıya geçerken senelerce baktığınız yöne kafanızı çevirdiğinizde sadece sizden uzaklaşan araçları görebiliyorsunuz. Gelen aracı görüp de altında kalmamak için gerekli önlemi almak istiyorsanız tam tersi yöne bakmanız gerekiyor. Toplu taşıma araçlarının sürücüleri terste, kapıları ters tarafta ve duraklar da terste. Henüz ben buna alışamadım. Eminim uzun bir süre daha alışamayacağım. Bunları olumsuzluk olarak aktarmıyorum. İnsanoğlu her koşula adapte olabilen bir varlık. Bunu burada milyonlarca insan başarabiliyor. Sadece bu durumu aktarmaya çalışıyorum.
Karşılaştırmalarla başlayınca aynı doğrultuda sürdürmek gerekiyor. Yaşamın 25 yılı Türkiye’de geçince insan böyle karşılaştırmalar yapmakta kendini alamıyor. Siren sesleri… Burada yaşadığınız süre içerisinde sık aralıklarla duyulan siren sesleri kısa sürede kanıksanıyor. An be an, yanınızdan sirenleri açık bir polis otosu ya da ambulans geçebiliyor. O kadar sık yaşanan bir durum ki bir noktadan sonra siren seslerini duymazdan geliyorsunuz. Kentteki ayrı bir fenomen de zenciler. O kadar rahat insanlar ki bir toplu taşıma aracında uzanıp iki koltuğu işgal ederken sizin ayakta seyahat etmeniz onların umrunda bile olmuyor. Gidip ricada bulunduğunuzda da genellikle duymazdan geliyorlar. Kentin herhangi bir köşesinde Türk’e rastlamamak mümkün değil. Özellikle Hackney’in Dalston muhitinde dolaşırken kendinizi Türkiye’deymiş gibi hissedebilirsiniz. Türkiye’de bir markete girdiğinizde raflarda görebileceğiniz her ürün burada da mevcut. İngilizlerin Fish&Chips dışında pek de belirgin bir yemekleri yok. Lakin bedelini ödeyebildiğiniz takdirde dünya mutfaklarının tüm güzelliklerine ulaşabilmek sadece birkaç adım ötede. Tabi benim gibi kilo sorunu olanlar için bu olumsuz bir durum. Şimdilik işin lezzetli kısmında sonlandırıyorum. Aklıma gelmeyenler, burada yazıya döktüklerimin yüzlerce katıdır.
Zaman zaman izlenimleri sürdüreceğim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder