Çatkapı Ankara lezzetleri


Çatkapı – Ankara Lezzetleri

24 Ağustos 2007 Cuma

Uzun yazı

Birçok işim böyledir benim. Yapmak isterim fakat uzun süre somut bir adım atamam. Blog mevzuu da böyle oldu aynen. Çoook uzun zamandan beri blog yazmak istesem de bir türlü başlayamadım. Geçirdiğim ameliyat sonrası zoraki ev hapsi dönemimde bilgisayar başında "ne yapsam acaba"larımla cebelleşirken sonunda karar verdim. Artık fırsat buldukça yazacağım.
Neden "Uzun Yazı"?
Çünkü bana yazma aralığı yaratan olaylar silsilesinden bahsetmem gerekiyor. Son üç ayda o kadar atraksiyon yaşadımki anlat anlat bitmez.
Neyse efendim. Haziran ayı'nın sonlarına doğru büyük hayallerle ülkeden ayrıldık. Emsalimiz 35 kişi ile birlikte düştük Polonya yollarına. Sabahın köründe, henüz hava aydınlanmadan Esenboğa'da check-in sırasındaydık. Uykulusu, heyecanlısı, gergini ve ürkeği ile birlikte Ankara semalarına yükseldik. Nispeten uzun bir uçuşun ardından Münih Havaalanı'na ulaştık. Yaptığımız aktarma ile oradan Gdansk'a vardık. Daha öğle saatiydi. Güneş tepemizde, yakıyor. Çevreden yorumlar gelmeye başladı. "Ne kadar güzel, sıcak biryerdeyiz.", "Plajlar bizim.", İyi ki güneş gözlüklerimi ve bikinimi yanıma almışım kız.", "Terlediiim!" Tabi bu ilk izlenimler iki gün sonra yerini bulutlu havanın kötümserliğine bırakacak. Bunalım giren tayfa, Türk Yağmurlu Hava Antipatizanları'nı oluşturma yoluna gidecekti. İnsan bünyesi herşeye alıştığı gibi buna da alışacaktı. Bedenine yeni bir uzuv kazandırmıştı herkes. Şemsiye!
İnsanoğlu elde ettikleri ile yetinmemeye, şikayete meyilliydi. Yemeklerden sokaklardaki insanların ifadesizliğine kadar herşey hakkında binbir şikayet üretildi. Nihayetinde insan bünyesiydi şikayeti üreten. Alışacaktı.
Böyle başladı Gdansk Günleri.
35 simanın arasında safra kesesindeki taşların dikine giden biri vardı. Yüzüne bakıldığında anlaşılmıyordu. Aslında kendisi de bilmiyordu safra kesesinde bi dolu taş ile gezip tozduğunu. Ta ki o dehşet dolu sancı girene kadar. Aniden yakalamıştı. Hemen hastaneye koşuldu. Fakat bir problem vardı. Polonya'da tüm sağlık çalışanları, ücretlerinden memnun olmadıkları için iş yavaşlatma eylemindeydiler. Zaten slow motion formatında yaşayan bu insanların iş yavaşlatma eylemleri içinden çıkılmaz bir durumdu. Hastane koridorlarında geçirilen sancılı dört buçuk saatin ardından teşhis konulmuştu. "Safra kesesinde çok sayıda taş ve iltihap" Damardan rahatlatan üç serumun ardından bünye normale dönmüştü fakat ne olacaktı bu işin sonu. Reçetenin satırlarını bildiğimiz doktorların aksine ağır ağır karalayan hekim, bozuk aksanlı İngilizcesi ile tavsiyelerini yavaş yavaş sıralamaya başladı. Ölmeden mezara girmesini istiyordu hastasının. Yoksa bu da iş yavaşlatma eyleminin bir parçası mıydı? Bir an Hipokrat geçti hastanın aklından. Acaba yeminsiz miydi bu hekim? Akla gelebilecek her türlü gıda, içecek yasaklanmıştı. İlaçlar aksatmadan kullanılacak ve önerilen sıkı diyete riayet edilecekti. Ama yeni başlamıştı Gdansk günleri. Ne yiyecekti bu hasta insan, ne içecekti? Hekime kafa sallanıp akşam saatlerinde hostel'e dönüldü. Kara haber tez duyulmuştu. Hastanedeyken gelen telefonların ardından oda ziyaretleri oldu. Hasta yatağa gömüldü. Günler ilerledi, ilaçlar kullanıldı ve bir süre riayet edildi verilen diyete. Üçer beşer yutulan tabletler bünyeye suni sağlık pompaladıkça bitmeleri için gün sayılmaya başlandı. Ve bittikleri gün, bünyenin hastalık işgalinden kurtuluşu olarak kutlanıldı. Tarihi de bir kenara not edildi. Belki kutlamalar geleneksel hale getirilebilir diye. Yaşam normale dönmüştü. Taşlar yerine oturmuştu oturmasına ama hala oradaydılar.
Hareketli günler yaşanıyordu Polonya'nın kuzeyinde. Gün geçmiyorki bir festival olmasın. Sabah ayrı akşam ayrı. Festival, festival, festival... Danzel'den Arash'a, Global Deejays'ten Rod Stewart konserine koşturuyordu yorgun bedenler. Hafta sonlarının geceleri Parlament, Copacabana, Viva Club'da taçlandırılıyor. Uyumadan devam edilen günlerde de tren, gemi ya da tabanvay ile farklı diyarlara keşif turları yapılıyordu. İyiden iyiye alışılmıştı Gdansk'a. Farklı şehirlerin dönüş yollarında memlekete geri dönme hissi uyanıyordu bünyelerde. Toprağı öpme tripleri'ne girmeye az kalmıştı. Hafta içi çalışılan günlerde mesai bitiminin ardından öncelikle gündeme gelen konu "Bu akşam nereye gitsek?" oluyordu. Hikayenin gidişatında olduğu gibi taşlar unutulmuştu artık. Kimse onlardan bahsetmez olmuştu. Kendilerini belli etmek, "Biz buradayız" demek istediler herhalde. Gecenin bir vaktiydi bu sefer. Olayın geçtiği mekan Baltık Denizi kıyısında muazzam bir beach club'tı. Copacabana'ydı. Taşlar daha fazla sessizliklerini koruyamamış, kendilerine inat sürülen sefaya "dur" demek istemişlerdi. Çaresiz eğlence yarıda kesildi ve hastanenin yolu tutuldu. Bu kez daha şanslı olduğu hissi vardı hastada. Çünkü yanında bir Türk bir de Polonyalı bir tıp öğrencisi vardı. İş yavaşlatma eylemine dahil olmadığı düşünülen bir hastaneye gidilecekti. Acil servis girişindeki kapıda görülen kocaman çapalı logoya bakılırsa burası Polonya Deniz Kuvvetleri'ne ait bir hastane idi. Sivil ve yabancı uyruklu bir hastayı kabul ettirmek zor olsa da Polonyalı doktor adayımız iki kelam ettikten sonra olayı çözmüştü. Artık askeri hekimlerin elindeydik. Sancılarla birlikte yaşanan buruk mutluluk acil serviste asılı olan afişi görünceye kadar sürdü. Afiş, ülkedeki sağlık personelinin iş yavaşlatma eylemini duyuran afişlerden biriydi. Üzerindeki mizah harikası karikatürü unutmak mümkün değildi. Bellek işte, kaydetmişti bir kere... Bir öncekine göre daha süratli oldu herşey, gecenin bir vakti yine damar yolu açıldı ve damlamaya başladı serum. Sonra nöbetçi hekim muazzam Lehçe'si ile "Sabah ola hayrola." türünden birşeyler söyledi. Hasta gözetim odasına alındı ve serumuna enjekte edilen birkaç damla ilaç ile uyutuldu. Taşlarından çektiğini hiçbirşeyden çekmeyen hasta, sabah başında dikilen üç beş hekimin gürültüsü ile uyandı. Arkadaşlar da geri gelmişti hastaneye. Pankreatit vaziyetinden şüpheleniyordu hekimler ve üç gün gözetim altında tutma kararını almışlardı. Hasta servise çıkarıldı ve akciğerinden rahatsız bir Polonyalı deniz askeri ile aynı odaya yerleştirildi. İstibdat günleri başlamıştı Gdansk'ın ormana nazır orta ölçekli askeri hastanesinde. Lehçe'den başka dil bilmeyen hemşireler ile Türkçe-Lehçe sözlük yardımıyla anlaşıldı. Birbiri ardına takılan serumlar ve damar yolundan alınan ne idüğü belirsiz ilaçlar sürekli uyutuyordu hastayı. Üç günün ardından yüzü gözü şişmişti. Serum serum bi yere kadar. Günde iki kez verilen kan ve idrar örnekleri de cabası idi. Ziyaretçiler sağolsunlar her gün geldiler gittiler. Telefon ve sms trafiği hiç eksik olmadı. Türkiye kanadı habersizdi olan bitenden. Birkez telefon ile görüşülmüş, kötü gelen sese "Uykudan yeni uyandım." bahanesi üretilmişti. Üç günlük gözetimin ardından karar günü geldi çattı. Hekimler her sabah ve akşam attıkları vizitlerde durumu enine boyuna tartışıyor, bir şey sormaya fırsat bırakmadan çekip gidiyorlardı. Artık onların da konuşma günleri gelmişti. Kararlarını açıkladılar. Ameliyat... Hayatta verilmesi zor olan kararlardan biriydi. Ancak hastane odasında geçirilen üç koca gün boyunca bu senaryo da düşünülmüş ve üzerine pratik yapılmıştı. Sağlıklı iletişim kurmakta güçlük çekilen doktor ve hemşirelerin elinde bıçak altına yatmak ürktücü geliyordu. Atatük'ün ünlü sözü geliyordu akla: "Beni Türk hekimlerine emanet ediniz."

Nazik ameliyat tekliflerine aynı naziklikle olumsuz yanıt verilen Polonyalı hekimlere teşekkür edildi ve hesap istendi. Yapılan ödemenin ardından koşar adımlarla hastaneden uzaklaşıldı. Seyahat acentaları arasında atılan orta ölçekli deparların ardından elde edilen uçak bileti ile Gdansk'a verilecek kısa ara için saatler sayılmaya başlandı. "Belki dönemem" kaygısı ile tüm eşyalar toplandı ve arkadaşlar ile Motława nehri kıyısında turistik bir cafede hoş bir akşam geçirildi. Ertesi gün uzun bir uçuşun ardından Türkiye'de olunacaktı. Memleket kanadına da haber verme vakti gelmişti. Ülkede gerekli tıbbi tedbirlerin alınması gerekiyordu. Durum ciddiydi.
Geçici ayrılık günü gelmişti Gdansk'tan. Hava da inadına güneşli, inadına güzeldi. "Gitme." dercesinde yemyeşildi ağaçlar ve cıvıl cıvıldı sokaklar. Zor anlardan biri de işyerinden ayrılmaktı. Gdansk'ın genç gazetecileri Iwona, Marek ve Anna'ya çok alışmıştım. Kıtanın diğer ucundan gelen stajyerlerine geçici olarak veda ederken tüm ekip fotoğraf çekilmek için işi gücü bırakıp biraraya geldi. Son jestleri ilaç gibi gelmişti. Şehir merkezine 45 dakika mesafedeki havaalanına kadar bıraktılar. Hastayı uğurlamaya gelen ve onun bütün rahatsızlık mevzularında kahrını çeken arkadaşları Berat ve Merter ile uçuşun check-in bankosunun açılmasını beklerken bir sürpriz ile karşılaşıldı. Milli basketbolcumuz Hüseyin Beşok, Gdansk Lech Walesa Havaalanı'ndaydı. Beşok ile tanışıldı ve haller hatırlar soruldu. O da Türkiye'ye seyahat edecekti. Hastaya gün doğmuştu. Check-in'ler yan yana yaptırıldı. Münih aktarmalı uçuş, değerli basketbolcumuz Beşok ile büyük bir keyfe dönüştü. Sohbet eşliğinde geçen altı buçuk saat hiç anlaşılmadı. Lufthansa'ya ait uçağın iniş takımları, Atatürk Havalimanı'nın pistine değdiğinde Gdansk'tan binlerce kilometre uzaklaşıldığının farkına varıldı. Ufak bir free shop ziyaretinin ardından terminalde bekleyen aile ile kucaklaşıldı ve evin yolu tutuldu. Rahatsızlıktan önce anlatılacak o kadar çok şey vardı ki hepsi birbirine girdi.
Yeni günün doğması ile birlikte Türkiye'deki hastane turu başlamıştı. Tahliller, görüntülemeler derken ameliyat kararı yinelendi. Kaçış yoktu. Sessiz kalamayan taşlardan kurtulmanın tek yolu safra kesesini tümüyle bünyeden kovmaktı. Yapılacaktı. Türkiye'ye dönüşün üzerinden henüz üç gün geçmişti. Ameliyat saati yaklaştı. Önlük giyildi ve eldeki serum şişesi ile ameliyathane yoluna düşüldü. Soğuk masaya yatışın ardından birkaç dakika içinde gözler kapandı. Hatırlanması imkansız bu bölümün ardından acılarla gözler açıldı. Sedye'den yatağa aktarılmaya çalışılıyordu hasta. Narkoz'dan yeni uyanıyordu. Ama bir terslik vardı. Hasta laparoskopik yöntem ile bir kaç ufak kesi ile ameliyat edilecekti. Yarı açık gözlerle görülen bu büyük bandaj ve belden sarkan diren de neyin nesiydi. Sonra anlaşıldı olan biten. Safra kesesinin durumu vahimdi ve etrafındaki organlara sıkı sıkıya ilişmişti. Laparoskopi ile çıkmamakta direnince ameliyathane önünde bekleyen yakınların görüşüne başvurulmuş ve açık operasyona dönülmüştü. Kocaman bir kesi vardı bedeninde hastanın. Aldırış etmedi, önemli olan sağlığına kavuşmasıydı. Ameliyat sonrası ilk saatlerinin ardından kayda değer bir ağrı, sancı çekmedi. Doğrulabildiği ilk anın ardından dizüstü bilgisayarının başına geçerek hastanenin wi-fi imkanından yararlandı ve vakti öldürdü. Tek koyan tarafı ise Gdansk'ta kutlamayı düşündüğü doğumgününü hastane odasında geçiriyor olmasıydı. Odada biriken çiçekler, sürekli gelen ziyaretçiler, telefon görüşmeleri ve smsler ile avunmaya çalıştı. Uzun süredir görüşmediği amcası da bir sürpriz yapmış büyük bir pasta ile ziyaretine gelmişti. Her ne kadar yiyemese de hastane odasında pastalı doğum günü kutlaması mutlu etmişti onu. Kısa sürede ayağa kalktı ve taburcu oldu. Hastane sonrası günlerini geçirdiği evinde de boş duramadı. Türlü şeyler denedi vakit geçirmek için. Denemelerinden biri de bu bloğa bir adım atmak oldu.
Hastanın durumu her geçen gün iyiye gidiyor. Elinde uçak bileti ve yeni vizesi ile Gdansk'a geri dönmek için gün sayıyor. Bir aksilik olmazsa buradan yazmaya devam edecek. Hatta geçmişe dönük Gdansk maceralarını da aktaracak.

Başında dediği gibi hakikaten "Uzun yazı" oldu. Okuyucu atlamadan buraya kadar okuduysan helal sana!
Daha kısa yazılarda buluşmak üzere.
Bir kaç da fotoğraf.


Hiç yorum yok: